background img

The New Stuff

deniz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
deniz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gülşen, uzun bir aradan sonra yaza damgasını vuracak bir albümle geri dönüşünü yaptı müzik piyasasına. Albümün bütün şarkılarını dinleme fırsatını henüz dün buldum ve bugün de albümün yorumunu paylaşmak istedim.

Gülşen, Bangır Bangır albümünün ilk klibini de albüme ismini veren şarkıyla yaptı. Albümün çıkışını bu şarkıyla yapmış olması gerçekten çok doğru bir karar olmuş. Hem yaz boyunca plajlarda, clublarda tekrar tekrar çalınabilecek bir parça hem de gerçekten çok güzel, kıpır kıpır bir şarkı. Klibi de oldukça başarılı.

Albümün kapağını ilk gördüğümde -ki siz de eminim aynısını düşünmüşsünüzdür- aklıma direkt Katy Perry'nin Roar klibi geldi. Tema ve dizayn birebir aynı. Baktığımız zaman birebir kopyalamış olduğunu görebiliyoruz tabii ama benim için önemli olan bir diğer şey de içeriği. Yani albümdeki şarkılar. Bir iki şarkı dışındaki tüm şarkılarını telefonuma indirdim. Dünden beri de tekrar tekrar dinliyorum.

Umarım Gülşen, bu albümle yakalamak istediği başarıyı elde eder. Bana sorarsanız sadece Bangır Bangır şarkısıyla bile edebilir. Klip Youtube kanalında 28 Nisan'dan bugüne, şimdiden 1 milyon tıklanmayı geçti bile.

Bangır Bangır klibiyle birlikte en çok beğendiğim üç şarkıyı da paylaşmak istiyorum. Siz de albümü bir yerinden dinlemeye başlarsanız iyi olur. Bu yaz bize denizde, havuzda, yolda, clublarda eşlik edecek şarkılar bunlar!



Gülşen - Bangır Bangır (Albüm)

Gülşen, uzun bir aradan sonra yaza damgasını vuracak bir albümle geri dönüşünü yaptı müzik piyasasına. Albümün bütün şarkılarını dinleme fırsatını henüz dün buldum ve bugün de albümün yorumunu paylaşmak istedim.

Gülşen, Bangır Bangır albümünün ilk klibini de albüme ismini veren şarkıyla yaptı. Albümün çıkışını bu şarkıyla yapmış olması gerçekten çok doğru bir karar olmuş. Hem yaz boyunca plajlarda, clublarda tekrar tekrar çalınabilecek bir parça hem de gerçekten çok güzel, kıpır kıpır bir şarkı. Klibi de oldukça başarılı.

Albümün kapağını ilk gördüğümde -ki siz de eminim aynısını düşünmüşsünüzdür- aklıma direkt Katy Perry'nin Roar klibi geldi. Tema ve dizayn birebir aynı. Baktığımız zaman birebir kopyalamış olduğunu görebiliyoruz tabii ama benim için önemli olan bir diğer şey de içeriği. Yani albümdeki şarkılar. Bir iki şarkı dışındaki tüm şarkılarını telefonuma indirdim. Dünden beri de tekrar tekrar dinliyorum.

Umarım Gülşen, bu albümle yakalamak istediği başarıyı elde eder. Bana sorarsanız sadece Bangır Bangır şarkısıyla bile edebilir. Klip Youtube kanalında 28 Nisan'dan bugüne, şimdiden 1 milyon tıklanmayı geçti bile.

Bangır Bangır klibiyle birlikte en çok beğendiğim üç şarkıyı da paylaşmak istiyorum. Siz de albümü bir yerinden dinlemeye başlarsanız iyi olur. Bu yaz bize denizde, havuzda, yolda, clublarda eşlik edecek şarkılar bunlar!





Hiçbir şey hissetmiyorum... Belki de hissedemiyorum... Bilmiyorum...

Kafamı kaldırıyorum yavaşça. Yukarıya, en tepeye, en uzağa bakmak istiyorum. Gökyüzünde görebildiğim, görebileceğim en uzak yere. En açık mavi, beyaza kaçan yere. Gözlerimi oraya dikmek ve uzun bir süre oraya bakmak...

Gözlerimi açamıyorum. Gün ışığı yüzüme vuruyor ve gözlerimi açmadığım halde gözlerimi daha da sıkı kapatmama sebep oluyor. ''Açma!'' diyor sanki. ''Açma gözlerini.''

Soramıyorum ''Neden?'' diye. Kafamı sallıyorum. Omuzlarım düşüyor. Açmak istiyorum gözlerimi, açamıyorum. Açsam, baksam, görsem en uzağı. Belki biter içimdeki en acı duygu. Açsam gözlerimi, baksam, görsem en uzağı, gülümseyeceğim belki. Açsam gözlerimi, baksam ve görsem en uzağı, o zaman rahatlayacağım belki de.

***


Elini uzat, tut ellerimden. Yavaşça okşarken işaret parmağımı, gözlerime bak. Gülümse, kafanı eğ ve okşadığın parmağıma bak. Tekrar kaldır kafanı. Parlayan gözlerinle bak gözlerimin içine. Uzaktan değil. Korkma. Gel. Bakabildiğin kadar yakından bak gözlerime, tutabildiğin kadar sıkı tut ellerimi, gidemeyeceğin kadar kal yanımda.

Bırak şimdi diğer elindeki bardağı. Soğudu o kahve. Sıkma canını, yenisini söyleriz. O da mı soğuyacak? Bir tane daha söyleriz... Boşver şimdi onu. Her iki elinle de tut ellerimi.

*** 


Neden dolu bu kadar içim? Neden dışarıya atamıyorum bu pis duyguyu? Neden sıkışıyor kalbim? Neden yanımda değilsin? Neden ellerim boşta? Neden gözlerim ağlıyor, benden habersiz. Neden çökmüş yanağım? Neden kıpkırmızı gözlerimin altı?

Nerdesin?

Nerdesin bilmiyorum. Ama her nerdeysen bir an önce gel. Çünkü bu gözler seni görmek, bu eller sana dokunmak istiyor. Bedenim sana susamış. Bir görse canlanacak, bir görse kendine gelecek.

Bak... Bu son gözyaşım olmayacak, biliyorum. Sen gelene kadar akacak, süzülecek, kuruyup gidecek belki bir zaman sonra. Ama akacak... Akacak...

Hadi gel... Bekliyorum...

Şimdi...

Şu an...

Ben saymaya başlıyorum... Gel, olur mu?

1... 2... 3... 4...

Ben Saymaya Başlıyorum... Gel, Olur Mu?


Hiçbir şey hissetmiyorum... Belki de hissedemiyorum... Bilmiyorum...

Kafamı kaldırıyorum yavaşça. Yukarıya, en tepeye, en uzağa bakmak istiyorum. Gökyüzünde görebildiğim, görebileceğim en uzak yere. En açık mavi, beyaza kaçan yere. Gözlerimi oraya dikmek ve uzun bir süre oraya bakmak...

Gözlerimi açamıyorum. Gün ışığı yüzüme vuruyor ve gözlerimi açmadığım halde gözlerimi daha da sıkı kapatmama sebep oluyor. ''Açma!'' diyor sanki. ''Açma gözlerini.''

Soramıyorum ''Neden?'' diye. Kafamı sallıyorum. Omuzlarım düşüyor. Açmak istiyorum gözlerimi, açamıyorum. Açsam, baksam, görsem en uzağı. Belki biter içimdeki en acı duygu. Açsam gözlerimi, baksam, görsem en uzağı, gülümseyeceğim belki. Açsam gözlerimi, baksam ve görsem en uzağı, o zaman rahatlayacağım belki de.

***


Elini uzat, tut ellerimden. Yavaşça okşarken işaret parmağımı, gözlerime bak. Gülümse, kafanı eğ ve okşadığın parmağıma bak. Tekrar kaldır kafanı. Parlayan gözlerinle bak gözlerimin içine. Uzaktan değil. Korkma. Gel. Bakabildiğin kadar yakından bak gözlerime, tutabildiğin kadar sıkı tut ellerimi, gidemeyeceğin kadar kal yanımda.

Bırak şimdi diğer elindeki bardağı. Soğudu o kahve. Sıkma canını, yenisini söyleriz. O da mı soğuyacak? Bir tane daha söyleriz... Boşver şimdi onu. Her iki elinle de tut ellerimi.

*** 


Neden dolu bu kadar içim? Neden dışarıya atamıyorum bu pis duyguyu? Neden sıkışıyor kalbim? Neden yanımda değilsin? Neden ellerim boşta? Neden gözlerim ağlıyor, benden habersiz. Neden çökmüş yanağım? Neden kıpkırmızı gözlerimin altı?

Nerdesin?

Nerdesin bilmiyorum. Ama her nerdeysen bir an önce gel. Çünkü bu gözler seni görmek, bu eller sana dokunmak istiyor. Bedenim sana susamış. Bir görse canlanacak, bir görse kendine gelecek.

Bak... Bu son gözyaşım olmayacak, biliyorum. Sen gelene kadar akacak, süzülecek, kuruyup gidecek belki bir zaman sonra. Ama akacak... Akacak...

Hadi gel... Bekliyorum...

Şimdi...

Şu an...

Ben saymaya başlıyorum... Gel, olur mu?

1... 2... 3... 4...


Her Çarşamba günü, hiç kaçırmadan, ilk bölümünden beri beğenerek ve severek izlerim Merhamet'i. Özgü Namal'ı ve Burçin Terzioğlu'nu oldum olası sevmişimdir ve ikisini de görünce izlemem kaçınılmaz oldu tabii ki.

Hande Altaylı'nın Kahperengi kitabından uyarlama olduğunu dizi başlamadan önce bilmiyordum. Sebebi de Hande Altaylı'nın yazım dilini beğenmediğim için kitaplarını alıp okumamam. Daha önce Aşka Şeytan Karışır adlı kitabı bana hediye gelmişti, kitabı beğenemedim bir türlü, içine almadı beni ve kitabı bitirmeden bıraktım. Bu sebeple diğer kitaplarını alma ihtiyacı da duymadım.

Kahperengi kitabında neler olup bitiyor tam olarak bilmiyorum fakat kitap için yazılan çoğu yorumu okudum. Dizi kitaptan biraz daha farklı haliyle. Uyarlama olduğu için biraz daha konuların genişletilip, ayrıntılara fazla girilmesi gerekiyor. Kitap nasıl bilemem ama kitabın dizi halini ben çok sevdim.

Merhamat, dün akşam Sezon Finali ile ekranlardaydı. Bu bölüm için buraya bir şeyler yazmak istedim çünkü dizi umduğum gibi bir Sezon Finali yaşatmadı bana.

Sezon Finali denildiğinde dizilerde daha fazla aksiyon, her şeyin ortaya çıktığı ve bölüm sonunun da izleyici acayip derecede merakta bıraktığı bölüm anlamına gelir. Merhamet ilk bölümden beri izleyici merakta bırakan bir diziyken, Sezon Finali'nin son sahnesi bu dizi için çok basit oldu.

Dizinin finali öyle bitmeliydi ki, ağzım açık kalmalıydı haliyle. Bundan önceki bölümlerde bile yarım saat boyunca ağzım açık TV'ye bakarak öylece kala kaldığımı hatırlıyorum. Bu son bölümde hiçbir tepki veremedim ne yazık ki.

Bana sorarsanız -diziyi izleyenler beni iyi anlayacaktır- final sahnesi ya birazcık daha erken bitmeli ya da on saniye kadar daha uzamalıydı. Daha açık şöyle söyleyeyim: Şadiye'nin gittiği evde adam vuruldu ve ardından bir tane adam çıkıp Şadiye'yi bayılttı ve silahı Şadiye'nin eline bıraktı. Yani suçu Şadiye'ye attılar. Tam o sahnede final yapabilirlerdi mesela, çok daha iyi olabilirdi.

Ya da Deniz her şeyi öğrendikten sonra Narin'in evine gittiğinde, Narinle Fırat'ın karşısına dikilip öyle sessiz sessiz kalacağına, öğrendiklerini bildiğini söyleseydi ve o andan sonra bölüm sonu olsaydı.

Bana sorarsanız bu iki seçenekten biri olmalıydı. Şu anki bitmiş olduğu kısım çok basit ve heyecansız oldu.

Bakalım diğer sezonda neler olacak?
Bekliyoruz...

Merhamet / Sezon Finali


Her Çarşamba günü, hiç kaçırmadan, ilk bölümünden beri beğenerek ve severek izlerim Merhamet'i. Özgü Namal'ı ve Burçin Terzioğlu'nu oldum olası sevmişimdir ve ikisini de görünce izlemem kaçınılmaz oldu tabii ki.

Hande Altaylı'nın Kahperengi kitabından uyarlama olduğunu dizi başlamadan önce bilmiyordum. Sebebi de Hande Altaylı'nın yazım dilini beğenmediğim için kitaplarını alıp okumamam. Daha önce Aşka Şeytan Karışır adlı kitabı bana hediye gelmişti, kitabı beğenemedim bir türlü, içine almadı beni ve kitabı bitirmeden bıraktım. Bu sebeple diğer kitaplarını alma ihtiyacı da duymadım.

Kahperengi kitabında neler olup bitiyor tam olarak bilmiyorum fakat kitap için yazılan çoğu yorumu okudum. Dizi kitaptan biraz daha farklı haliyle. Uyarlama olduğu için biraz daha konuların genişletilip, ayrıntılara fazla girilmesi gerekiyor. Kitap nasıl bilemem ama kitabın dizi halini ben çok sevdim.

Merhamat, dün akşam Sezon Finali ile ekranlardaydı. Bu bölüm için buraya bir şeyler yazmak istedim çünkü dizi umduğum gibi bir Sezon Finali yaşatmadı bana.

Sezon Finali denildiğinde dizilerde daha fazla aksiyon, her şeyin ortaya çıktığı ve bölüm sonunun da izleyici acayip derecede merakta bıraktığı bölüm anlamına gelir. Merhamet ilk bölümden beri izleyici merakta bırakan bir diziyken, Sezon Finali'nin son sahnesi bu dizi için çok basit oldu.

Dizinin finali öyle bitmeliydi ki, ağzım açık kalmalıydı haliyle. Bundan önceki bölümlerde bile yarım saat boyunca ağzım açık TV'ye bakarak öylece kala kaldığımı hatırlıyorum. Bu son bölümde hiçbir tepki veremedim ne yazık ki.

Bana sorarsanız -diziyi izleyenler beni iyi anlayacaktır- final sahnesi ya birazcık daha erken bitmeli ya da on saniye kadar daha uzamalıydı. Daha açık şöyle söyleyeyim: Şadiye'nin gittiği evde adam vuruldu ve ardından bir tane adam çıkıp Şadiye'yi bayılttı ve silahı Şadiye'nin eline bıraktı. Yani suçu Şadiye'ye attılar. Tam o sahnede final yapabilirlerdi mesela, çok daha iyi olabilirdi.

Ya da Deniz her şeyi öğrendikten sonra Narin'in evine gittiğinde, Narinle Fırat'ın karşısına dikilip öyle sessiz sessiz kalacağına, öğrendiklerini bildiğini söyleseydi ve o andan sonra bölüm sonu olsaydı.

Bana sorarsanız bu iki seçenekten biri olmalıydı. Şu anki bitmiş olduğu kısım çok basit ve heyecansız oldu.

Bakalım diğer sezonda neler olacak?
Bekliyoruz...


Merhaba sevgili takipçilerim... Az önce, sosyal paylaşım sitelerini dolaşırken birinde denk gelmiş olduğum video ile acayip derece sinirlerim; bozuldu mu desem, acıdan kıvrım kıvrım kıvrandım mı desem bilemiyorum. Bunların ikisini aynı anda yaşıyor da olabilirim. 

Blog başlığından yanlış anlaşılmasını istemem, tamamen bir ironi söz konusu.

Bildiğimiz gibi ülkemizde de buna dahil olmak üzere, dünyada bilinçsizce davranan insanlar haddinden fazla mevcut. Bu bilinçsiz vatandaşların, bilinçsizce davranmaları sonucu bir çok canlının zarar gördüğü, video ile birlikte gördüğümüz gibi ortada. 

Denizlere atılan, büyüklü küçüklü bir çok madde ''aman ya ne olacak'' diye sallayıp arkamıza bile bakmadan gitmemiz sonucu bir çok ''acı son'' ile noktalanıyor. ''Ne olacak ki'' cümlemizi söylerken bile birçok şey belki de o anda oluveriyor bile. 

Birazdan izleyeceğiniz kısa belgesel sonucunda umarım bu bilinçsiz insanların da gözü açılır da yaptıkları caniliğin farkına varırlar. Rica ediyorum bu videoyu izleyin ve izlettirin. Bunlar sadece bir kaçı, bir çok canlı bu şekilde yok oluyor. Görmezden gelmeyin!

Denizleri Kirletin (!)


Merhaba sevgili takipçilerim... Az önce, sosyal paylaşım sitelerini dolaşırken birinde denk gelmiş olduğum video ile acayip derece sinirlerim; bozuldu mu desem, acıdan kıvrım kıvrım kıvrandım mı desem bilemiyorum. Bunların ikisini aynı anda yaşıyor da olabilirim. 

Blog başlığından yanlış anlaşılmasını istemem, tamamen bir ironi söz konusu.

Bildiğimiz gibi ülkemizde de buna dahil olmak üzere, dünyada bilinçsizce davranan insanlar haddinden fazla mevcut. Bu bilinçsiz vatandaşların, bilinçsizce davranmaları sonucu bir çok canlının zarar gördüğü, video ile birlikte gördüğümüz gibi ortada. 

Denizlere atılan, büyüklü küçüklü bir çok madde ''aman ya ne olacak'' diye sallayıp arkamıza bile bakmadan gitmemiz sonucu bir çok ''acı son'' ile noktalanıyor. ''Ne olacak ki'' cümlemizi söylerken bile birçok şey belki de o anda oluveriyor bile. 

Birazdan izleyeceğiniz kısa belgesel sonucunda umarım bu bilinçsiz insanların da gözü açılır da yaptıkları caniliğin farkına varırlar. Rica ediyorum bu videoyu izleyin ve izlettirin. Bunlar sadece bir kaçı, bir çok canlı bu şekilde yok oluyor. Görmezden gelmeyin!


Bir süre izliyorum; dalgaların üzerindeki ayın yansımasını ve sonu olmayan bu karanlığı. Çıplak ayaklarım kumun içine gömülmüş. Üzerimdekileri birbir çıkarırken yavaşça, yürümeye başlıyorum denize doğru. ''Deniz siyah, simsiyah. Siyah yalnızlığın rengidir. Deniz, yalnız. Tıpkı benim gibi.'' Gecenin soğuğu, çıplak tenime sarılıyor. Denize değiyor artık ayaklarım; ilerliyordum, tek bir noktaya bakarak. Uzağa... çok uzağa. Gözyaşlarım akıyordu. Denizin tuzlu suyu, ağzıma değiyordu şimdi. Gözlerime doğru yükseliyor, az sonra gözyaşlarımla buluşuyordu. Gözlerimi kapatmış ve veda etmiştim her şeye. Artık nefes alamayacağımı düşündüm. Artık nefes almayacaktım. Nefes alamıyorum. ''Her şey bitti. Nefes alamı...''

Çıplak Deniz

Bir süre izliyorum; dalgaların üzerindeki ayın yansımasını ve sonu olmayan bu karanlığı. Çıplak ayaklarım kumun içine gömülmüş. Üzerimdekileri birbir çıkarırken yavaşça, yürümeye başlıyorum denize doğru. ''Deniz siyah, simsiyah. Siyah yalnızlığın rengidir. Deniz, yalnız. Tıpkı benim gibi.'' Gecenin soğuğu, çıplak tenime sarılıyor. Denize değiyor artık ayaklarım; ilerliyordum, tek bir noktaya bakarak. Uzağa... çok uzağa. Gözyaşlarım akıyordu. Denizin tuzlu suyu, ağzıma değiyordu şimdi. Gözlerime doğru yükseliyor, az sonra gözyaşlarımla buluşuyordu. Gözlerimi kapatmış ve veda etmiştim her şeye. Artık nefes alamayacağımı düşündüm. Artık nefes almayacaktım. Nefes alamıyorum. ''Her şey bitti. Nefes alamı...''

Bu yaz sadece bana değil, gözlemlediğim, gördüğüm kadarıyla hiç kimseye yaramadı. Bundan önceki yaz aylarını düşünüyorum, göz önüne getiriyorum da daha önce bu derece sıkılıp bunaldığımı hatırlamıyorum. Hem hava sıcaklığı bir önceki yıllara göre daha şiddetli, hem de geçen senelerde insan sanki yapacak bir şeyler bulup zamanını değerlendirebilecek aktiviteler buluyordu ama bu yaz, hiç kimsede bir şey yok. Havadan dolayı aktiviteler duruldu, sıkılmaca iki kat büyüdü.

Sıkıntıdan yapmadığım şey kalmadı. Birincisi zaten genelde herkeste olduğu gibi uyku düzenim tamamen alt üst oldu. Sabaha karşı yatıp öğlenin bir vakti kalkıyorum. İştah desek o da yok. Günde bir öğün, o da sadece akşam yemeği yiyorum. Tabii ki sağlıklı bir şey olmadığını kesinlikle biliyorum ama elimden gelen bir şey yok bir tokluk hissi var. Uyku düzeninin bozulmasından kaynaklanıyor olabilir.

Her neyse. Uyanır uyanmaz biraz kendime geldikten sonra bilgisayarın başına geçerim. Önce biraz bir şeyler yazar çizer vakit geçiririm. Sonra da bir şeyler izlerim, oyalarım kendimi.

Gossip girl'ün son 3 sezonunu bitirdim, Küçük Sırlar'a tekrar başlayıp bitirdim ve Shameless'i, Ocak-Şubat arası izlemiş olmama rağmen tekrar izleyip bitirdim. Hepsi bitince şimdi de 1994 Amerika yapımı, Firends (Arkadaşlar) adlı yeni bir diziye başladım. Komedi türünde ve o zamanlara göre oldukça modern düşünceler içeren gayet hoşuma giden bir dizi.

Saat 5-6 olunca, annem işten gelir ve beraber bir balkon sefası yaparız. Bir yandan kahvelerimizi içer bir yandan sohbet ederiz. Akşam yemeğinin ardından bazen dışarı çıkar, geceye kadar vakit geçiririm; arkadaşlarımla ya da kuzenimle falan.

Benim yaz aylarım bu sene, her günü birbirinin aynısı şeklinde geçti ve böyle de devam ediyor. Önümüzdeki yazın gelmesinden ciddi derecede korkar durumdayım. Bakalım neler olacak, önümüzdeki senelerde. Kış ayı da, yazın sıcaklığı derecesinde soğuk mu olacak merak ediyorum.

Benim yaz aylarım böyle işte, sizin yaz tatiliniz nasıl geçiyor bakalım?

Yaz Tatili

Bu yaz sadece bana değil, gözlemlediğim, gördüğüm kadarıyla hiç kimseye yaramadı. Bundan önceki yaz aylarını düşünüyorum, göz önüne getiriyorum da daha önce bu derece sıkılıp bunaldığımı hatırlamıyorum. Hem hava sıcaklığı bir önceki yıllara göre daha şiddetli, hem de geçen senelerde insan sanki yapacak bir şeyler bulup zamanını değerlendirebilecek aktiviteler buluyordu ama bu yaz, hiç kimsede bir şey yok. Havadan dolayı aktiviteler duruldu, sıkılmaca iki kat büyüdü.

Sıkıntıdan yapmadığım şey kalmadı. Birincisi zaten genelde herkeste olduğu gibi uyku düzenim tamamen alt üst oldu. Sabaha karşı yatıp öğlenin bir vakti kalkıyorum. İştah desek o da yok. Günde bir öğün, o da sadece akşam yemeği yiyorum. Tabii ki sağlıklı bir şey olmadığını kesinlikle biliyorum ama elimden gelen bir şey yok bir tokluk hissi var. Uyku düzeninin bozulmasından kaynaklanıyor olabilir.

Her neyse. Uyanır uyanmaz biraz kendime geldikten sonra bilgisayarın başına geçerim. Önce biraz bir şeyler yazar çizer vakit geçiririm. Sonra da bir şeyler izlerim, oyalarım kendimi.

Gossip girl'ün son 3 sezonunu bitirdim, Küçük Sırlar'a tekrar başlayıp bitirdim ve Shameless'i, Ocak-Şubat arası izlemiş olmama rağmen tekrar izleyip bitirdim. Hepsi bitince şimdi de 1994 Amerika yapımı, Firends (Arkadaşlar) adlı yeni bir diziye başladım. Komedi türünde ve o zamanlara göre oldukça modern düşünceler içeren gayet hoşuma giden bir dizi.

Saat 5-6 olunca, annem işten gelir ve beraber bir balkon sefası yaparız. Bir yandan kahvelerimizi içer bir yandan sohbet ederiz. Akşam yemeğinin ardından bazen dışarı çıkar, geceye kadar vakit geçiririm; arkadaşlarımla ya da kuzenimle falan.

Benim yaz aylarım bu sene, her günü birbirinin aynısı şeklinde geçti ve böyle de devam ediyor. Önümüzdeki yazın gelmesinden ciddi derecede korkar durumdayım. Bakalım neler olacak, önümüzdeki senelerde. Kış ayı da, yazın sıcaklığı derecesinde soğuk mu olacak merak ediyorum.

Benim yaz aylarım böyle işte, sizin yaz tatiliniz nasıl geçiyor bakalım?

Saat gece 10 gibiydi. Belki de 11'di. Sahil boyunca tek başıma, etrafıma bakmadan. Yanımdan geçen hiçbir insanın yüzlerini göremiyorum. Sadece ellerini, ayaklarını ve... ve sadece telaşlarını görüyorum. Hepsi öyle değil ama, bir çoğu oldukça sakin ve arkadan kahkahalarını bırakarak geçiyorlar yanımdan. Aldırış etmiyorum. Etmemem gerekiyor. Yolum uzun, sadece buna odaklanmalıyım. Sadece buna...

Aklım bir ton dolu. Gözlerim yere sabit bir şekilde yürüyorum. Yavaşça ve kollarımı hareket ettirmeden. Hiçbir şeyin farkında değilim, hiçbir şeye ayak uyduramıyorum. Taşlara sertçe vuran dalgalar dışında. Bir an duraksayıp sağıma doğru hafifçe dönüyorum. Bir süre hala başımı kaldıramıyorum, duruyorum öyle. Dinliyorum biraz daha, bir süre dinlemeye devam ediyorum dalgaların sesini ve arada birbirlerine karışmasını.

Başım hala eğik. Az sonra hepsinden daha sert bir dalga taşlara daha da sert bir şekilde çarpıyor ve bir miktar su parçacıkları yüzüme değiyor. Hafif ve yumuşak bir değme bu, rahatsız etmiyor. Sadece bir an için kendime geldiğimi hissediyorum. Hissediyorum, evet... Başımı kaldırıyorum yavaşça, bakıyorum önümde uzanmış sonsuzluğa. Dalgalar ardı ardına gelmeye devam ediyor. Hep düşünmüşümdür; Deniz, neden gökyüzünü kıskanıyor diye. O siyah olduğunda neden maviliğini, yeşilliğini ve güzelliğini bir kenara bırakıp o da siyaha bürünüyor? Çok durmuyorum bunun üzerinde. Sadece çok uzakta birbirine yakın, bir çok ışık görüyorum. Acaba şu an oralarda benim gibi durup düşünen, daha doğrusu düşünemeyen bir insan var mı diye.

Tekrar yavaş hareketlerle dönüyorum, kafamı eğmeden. İnsanların yüzlerine bakıyorum. Önümden geçen herkes bana bakıyor ve ardından kafalarını çevirip yollarına devam ediyorlar. Hiçbirinin gözlerine bakmıyorum, baksam aldanacağım çünkü. Ama fark edebiliyorum bana baktıklarını. Gülümsüyorum. Yüzüme yapmacık ve fazla abartılı bir gülümseme yerleştiriyorum ve kafamı daha da dikleştiriyorum. Hızlı ve az önceki beni hatırlatmayan adımlarla ilerliyorum. Ama gülüyorum, hep gülüyorum...

Acımasız Dalgalar

Saat gece 10 gibiydi. Belki de 11'di. Sahil boyunca tek başıma, etrafıma bakmadan. Yanımdan geçen hiçbir insanın yüzlerini göremiyorum. Sadece ellerini, ayaklarını ve... ve sadece telaşlarını görüyorum. Hepsi öyle değil ama, bir çoğu oldukça sakin ve arkadan kahkahalarını bırakarak geçiyorlar yanımdan. Aldırış etmiyorum. Etmemem gerekiyor. Yolum uzun, sadece buna odaklanmalıyım. Sadece buna...

Aklım bir ton dolu. Gözlerim yere sabit bir şekilde yürüyorum. Yavaşça ve kollarımı hareket ettirmeden. Hiçbir şeyin farkında değilim, hiçbir şeye ayak uyduramıyorum. Taşlara sertçe vuran dalgalar dışında. Bir an duraksayıp sağıma doğru hafifçe dönüyorum. Bir süre hala başımı kaldıramıyorum, duruyorum öyle. Dinliyorum biraz daha, bir süre dinlemeye devam ediyorum dalgaların sesini ve arada birbirlerine karışmasını.

Başım hala eğik. Az sonra hepsinden daha sert bir dalga taşlara daha da sert bir şekilde çarpıyor ve bir miktar su parçacıkları yüzüme değiyor. Hafif ve yumuşak bir değme bu, rahatsız etmiyor. Sadece bir an için kendime geldiğimi hissediyorum. Hissediyorum, evet... Başımı kaldırıyorum yavaşça, bakıyorum önümde uzanmış sonsuzluğa. Dalgalar ardı ardına gelmeye devam ediyor. Hep düşünmüşümdür; Deniz, neden gökyüzünü kıskanıyor diye. O siyah olduğunda neden maviliğini, yeşilliğini ve güzelliğini bir kenara bırakıp o da siyaha bürünüyor? Çok durmuyorum bunun üzerinde. Sadece çok uzakta birbirine yakın, bir çok ışık görüyorum. Acaba şu an oralarda benim gibi durup düşünen, daha doğrusu düşünemeyen bir insan var mı diye.

Tekrar yavaş hareketlerle dönüyorum, kafamı eğmeden. İnsanların yüzlerine bakıyorum. Önümden geçen herkes bana bakıyor ve ardından kafalarını çevirip yollarına devam ediyorlar. Hiçbirinin gözlerine bakmıyorum, baksam aldanacağım çünkü. Ama fark edebiliyorum bana baktıklarını. Gülümsüyorum. Yüzüme yapmacık ve fazla abartılı bir gülümseme yerleştiriyorum ve kafamı daha da dikleştiriyorum. Hızlı ve az önceki beni hatırlatmayan adımlarla ilerliyorum. Ama gülüyorum, hep gülüyorum...

Kendimi nasıl bu evin dışına, daha da, tamamen dışına nasıl atabilirim diye düşünemiyordum bile. İki kelimelik bir söz, insanın hayatını ne kadar yıkabilirdi ki? Ne kadar mahvedebilirdi? Nasıl alt üst olurdu her şey?

Kapıyı açtım ve hiç durmayacakmış, en sona kaçarcasına koşmaya başladım. Koştukça, uzaklaştıkça; o söz daha da yankılanıyordu beynimin içinde. Bütün hislerimi kemiriyor, gittikçe hissizleşiyordum. Koşmaktan, etrafa bakmaktan, durup etrafımdan dönmekten; ayaklarımı, ağlamaktan ise gözlerimi hissedemiyordum. Sadece gözlerimin içindeki yanmayı hissedebiliyordum. Kalbimin en derinindeki yanmaya benziyordu. Aynı acıydı bu.


Koştum. Koştum. Koştum. Durmayacağım, durmak yok! Bitecek mi bu da? Her berbat olay gibi, bunu da unutabilir miyim? Unutamam... Unutabilirim... Bilmiyorum. Daha fazla yapabileceğimi düşünmüyorum. Her şey bu kadar basit olamazdı. Unutamam, unutamayacağım ama bunun da bir sonu olacaktı. Biliyorum, evet olacaktı.

Daha ne kadar koşacağım, istemiyorum! Sus, konuşma. Hayır, hayır, hayır! Nefret etmiyor. Sadece bir anlık sinirdi, seviyor. Ben onun kızıyım. Beni seviyor, ben de onu. Beni sevi... Sus artık! Dinlemeyeceğim seni!

...

Bir Ses: ''Nefret Ediyorum!''

Kendimi nasıl bu evin dışına, daha da, tamamen dışına nasıl atabilirim diye düşünemiyordum bile. İki kelimelik bir söz, insanın hayatını ne kadar yıkabilirdi ki? Ne kadar mahvedebilirdi? Nasıl alt üst olurdu her şey?

Kapıyı açtım ve hiç durmayacakmış, en sona kaçarcasına koşmaya başladım. Koştukça, uzaklaştıkça; o söz daha da yankılanıyordu beynimin içinde. Bütün hislerimi kemiriyor, gittikçe hissizleşiyordum. Koşmaktan, etrafa bakmaktan, durup etrafımdan dönmekten; ayaklarımı, ağlamaktan ise gözlerimi hissedemiyordum. Sadece gözlerimin içindeki yanmayı hissedebiliyordum. Kalbimin en derinindeki yanmaya benziyordu. Aynı acıydı bu.


Koştum. Koştum. Koştum. Durmayacağım, durmak yok! Bitecek mi bu da? Her berbat olay gibi, bunu da unutabilir miyim? Unutamam... Unutabilirim... Bilmiyorum. Daha fazla yapabileceğimi düşünmüyorum. Her şey bu kadar basit olamazdı. Unutamam, unutamayacağım ama bunun da bir sonu olacaktı. Biliyorum, evet olacaktı.

Daha ne kadar koşacağım, istemiyorum! Sus, konuşma. Hayır, hayır, hayır! Nefret etmiyor. Sadece bir anlık sinirdi, seviyor. Ben onun kızıyım. Beni seviyor, ben de onu. Beni sevi... Sus artık! Dinlemeyeceğim seni!

...

Fotoğrafım
Edirne, Ayşekadın, Türkiye
19 Ocak 1996, İskenderun doğumlu. Trakya Üniversitesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım bölümü mezunu. 13 yaşından beri blogger. 2012 Hürriyet Bumerang Ödülleri'nde En Uyumlu site üçüncülüğüne hak kazandı. İlk kitabı İkinci Kadının Hikâyesi ise Temmuz 2016 yılında basıldı. Tüm kitabevleri ve online kitapçılarda satışta.